İzmir Barosu: Ana Sayfa
İzmir Barosu: Ana Sayfa
Basın Açıklaması
Basın Açıklaması
06 Haziran 2012 - 00:00:00
İzmir Barosu'nun kamuoyunun gündemini yoğun bir şekilde meşgul eden ancak uluslararası sözleşmelerce de teminat altına alınmış olan kadınların kürtaj hakkı ile ilgili görüşlerine ilişkin basın açıklaması
 

Başbakan tarafından "Her kürtaj bir Uludere'dir" açıklamasıyla gündeme gelen daha sonra Sağlık Bakanı, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı, Diyanet İşleri Başkanı'nın yaptığı açıklamalarla gündemdeki yerini koruyan  'kürtaj', hükümet tarafından hak temelli bir bakış açısıyla değil;   inanç temelli bakış açısı ile kamuoyunda tartıştırılmaktadır. Bu kaygı verici bir durumdur.

 

Anayasamızın 2. Maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin niteliği;  insan haklarına saygılı, demokratik laik sosyal bir hukuk devleti olarak belirtilmiştir.

 

Dolayısıyla bu konudaki tartışmanın hukukun evrensel ilkeleri çerçevesinde ve hak temelli bir bakış açısıyla ele alınması gerekmektedir.

 

Anayasa'nın 10. maddesine 7.05.2004 tarihinde eklenen 2 Fıkranın 1. Cümlesine göre "Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür".  Yine bu fıkraya 12.09.2010 tarihli Anayasa değişikliği ile eklenen 2. Cümleye göre de "Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz."

 

Kadınlar bir bireydir. Erkeklerle eşit haklara sahiptir, maddi ve manevi varlıkları devlet tarafından korunmak zorundadır. En önemlisi devletin kadınların varlığını, statüsünü ve eşitliğini korumak ve geliştirmek için gerekli tedbirleri almak görevidir ve bu tedbirlerin eşitliğe aykırı olarak yorumlanması da mümkün değildir.

 

Diğer taraftan Anayasanın 'Kişinin dokunulmazlığı, maddî ve manevî varlığı' başlıklı 17. Maddesinde "Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.", ' Özel hayatın gizliliği' başlıklı 20.maddesinde de "  Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz."

 

Bu düzenlemelerde yer alan hak ve özgürlükler herhangi bir şekilde sınırlamaya tabi tutulmamıştır. Bu durumda  kürtaj yasağı kadının bedeni ve geleceği ile ilgili bir sınırlama olması sebebiyle Anayasa 10., 17. ve 20. Maddelere aykırı olacaktır.

 

Kadınların kürtaj hakkını devletin yasa yoluyla inanca dönük bir yaklaşımla yasaklaması hukuk devletinde kabul edilemez.  Özel yaşamla ilgili alanda, manevi konularda kişilerin bireysel sorumluluğu vardır.  Bu konuların, mecburiyetler ve yasaklarla  düzenlenmesi  demokratik hukuk devletine niteliğine aykırıdır.   Kaldı ki, inanç temelli bir yaklaşımla kürtaj yasağını savunmak aynı zamanda  inanç özgürlüğüne aykırı bir yaklaşımdır.

 

Anne karnı dışında yaşayabilmesi mümkün olmayan, anneye bağlı bir doku olan fetusun bir insan gibi değerlendirilmesi yanlıştır. Bu nedenle Dünya Sağlık Örgütü fetusun uterus (ana rahmi) dışında yaşama yeteneği kazanmadan önce - bu süre 12 hafta olarak belirlenmektedir-  herhangi bir nedenle gebeliğin sonlanmasını kabul etmektedir. Bu durumu düşük olarak tanımlayan DSÖ, düşüğün kendiliğinden ve isteyerek olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtilmektedir.  Gebeliğin isteyerek sonlanması olan kürtaj; bu niteliği itibariyle tıbbi bir terim olmasının yanında hukuki bir nitelik de taşımaktadır.

 

Ülkemizde 1923-1965 yılları arasında düşük/kürtaj kesinlikle yasak olup bunun yanı sıra gebeliği önleyici tedbirler de yasaktı; hatta "Çocuk yapmaya mani fiil ve hareketlerin işlenmesi için propaganda yapılması da eski (765 Sayılı) TCK da suç olarak düzenlenmişti. Çok çocuğa ödül verilmekteydi. Bütün bu uygulamalar kadının birey olarak değerlendirilmediği,  kadın bedeninin ülkenin nüfus politikasının aracı olarak kabul edildiği dönemlerin uygulamalarıdır.

 

Oysa, dünya değişti, Türkiye değişti. Anayasalar değişti ve Uluslararası sözleşmelerle haklar tanımlandı, hakların korunması, geliştirilmesi devletlere yükümlülük olarak verildi.

 

Bu gelişmelere paralel olarak 2004 'de kabul edilen ve 2005 yılında yürürlüğe giren TCK' na göre gebelik süresi 10 haftadan az olan kadının gebeliğinin, yetkili kişilerce kendi rızası ile sonlandırması halinde suç oluşmayacaktır. Tıbbi zorunluluk halinde 10 hafta sınırı yoktur ve tecavüz mağduru kadınlar yönünden ise sınır 20 haftadır. Sonuç olarak TCK da gebeliğin yasal olarak sonlandırılmasında diğer şartlarla birlikte sadece kadının rızası yeterli olmakta eşin rızası aranmamaktadır.

 

Türkiye'de  gebeliğin sonlandırılması konusunda kadınlara yasalarla tanınan haklarda zamanla  olumlu gelişmeler olmasına karşın yasaların etkin olarak uygulanması her zaman mümkün olmamıştır. 

 

Şimdi de gündeme getirilen kürtajın yasaklanması tartışması ile tüm uluslararası sözleşmeler ve Anayasa ile kabul edilen ve korunan haklar ihlal edilerek "Kadınların bedenlerinin devletin nüfus politikalarının aracı olarak kabul edildiği" itiraf edilmekte, "kadınların eşit birey olmaktan kaynaklanan hakları" yok sayılmakta, "hak temelli bir   bakış açısı yerine inanç temelli bir bakış açısı ile" kamuoyu tartıştırılmaktadır.

 

Bu tartışmanın öznesi olan kadınlar demokratik tepkilerini açıkladıklarında da şiddetle karşı karşıya kalmaktadırlar. Kadınlara yapılan her alandaki fiziksel ve sözel saldırıların sorumluları hakkında gerekli işlemlerin bir an önce başlatılması gerekmektedir.

 

Hükümeti ve tüm yetkilileri hukuk devleti sorumluğu ile konuşmaya ve işlem yapmaya davet etmekteyiz.

 

Saygılarımızla.06.06.2012

 

                                                                                                          İzmir Barosu Başkanı

                                                                                                              Av.Sema Pekdaş

 

 

AÇIKLAMAYI BAROTV'DE İZLEYEBİLİRSİNİZ

 

 
İçerik-11
İçerik-10
İçerik-12
İçerik-9
İçerik-13
Baro Levhası BARO LEVHASI
Sicil No:
Adı:
Soyadı:
BaroNet
Anlaşmalı Hastaneler
Av.M.Taner Ünlü Kütüphanesi
BaroTV
OCAS
UYAP
Avukat Spor Oyunları
Baro Kart
E-İmza