BASINA VE KAMUOYUNA
Bundan yüz elli beş yıl önce bir 8
Mart günü, New York' ta tekstil fabrikasında çalışan kadın işçiler;
eşit işe eşit ücret, günde sekiz saat çalışma, doğum izni gibi
insanca yaşama ve çalışma koşulları için bir eşitlik mücadelesi
başlattılar. Çoğu kadın 129 kişi, bu haklı taleplerinin bedelini,
atölyelerde çıkarılan yangınlarda boğularak ve yanarak ödedi.
Bundan otuz üç yıl sonra, kadının insan hakları için savaş veren
bir başka kadın, Alman Sosyal Demokrat Parti önderlerinden Clara
Zetkin, 8 Mart' ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerdi
ve Dünya Kadınlar Günü ilk defa 19 Mart 1911' de Almanya, Avusturya
ve Danimarka' da kutlandı. Dünya Kadınlar Günü' nün 8 Mart' ta
kutlanmasına ise 1972' de Sidney' de yapılan Mart Hareketi
organizasyonu ile başlandı ve nihayet 16 Aralık 1977' de BM Genel
Kurulu'nda 8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasına karar
verildi.
8 Mart, özgürlük ve eşitlik meşalesini yanarak yakan kadınların geleceğimize tuttuğu meşaledir! Kadınların insan hakları, eşitlik ve özgürlük taleplerinin simgesidir. Bu uğurda mücadele etmiş ve eden herkesi saygıyla selamlıyoruz, anıyoruz.
Bu vesileyle 1913 senesinde
İstanbul'da santral memuru olabilmek için eylem yapan
kadınlarımızın açtığı yolun 100. Senesini kutluyor, tüm kadın
meslektaşlarımızla yan yana durmanın coşkusu ile hatıralarının
önünde
eğiliyoruz.
Hiçbir hak yoktur ki bedel ödenmeden alınabilmiş olsun. Kadının insan hakları mücadelesinin son 100 senede kat ettiği mesafe kuşkusuz önemlidir. Ancak buz dağının görünmeyen yüzü çok büyük.Üstüne üstlük kazanılmış hakların dahi tartışma konusu yapıldığı bir zamandan geçiyoruz.
Kadın olması işe alımlarda bir
dezavantaj olarak görülen, hamile kaldığında işlerine son verilen,
evde, işte, tarlada tüm gücüyle çalıştığı halde emeği görmezden
gelinen, eğitim hakkı engellenen,çalışma hakkı engellenen , bedeni
üzerindeki tasarruf hakkı ihlal edilen , kürtaj ve doğum konusunda
engellenen ya da zorlanan ,
Kendini erkek gözünden gizlemek zorunda olduğu dayatılan, babalarından sonra kocalarının namusu sayılan, halen yasaların eşlerinden koruyamadığı şiddete uğrayan ve hatta öldürülen, töre, inanç, namus hapishanesinde şiddete mahkum edilen, fuhuşa sürüklenen, mecbur bırakılan, ne yapıp ne yapamayacakların ataerkil kültürce tanımlanan ve açıkça "kadın" oldukları için ayrımcılığa uğrayan kadınların oranı hiç de azımsanacak gibi değil.
Bu sorunların çözümü ise Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüm
mekanizmaları ile topyekûn kadın-erkek ayrımcılığı başta olmak
üzere " her türden ayrımcılıkla" koşulsuz ve şartsız mücadelesinde
gizlidir.
Ayrımcılık "bir kişinin cinsiyeti, ırkı, ten rengi, dini ya da inancı, siyasi görüşü, cinsel yönelimi, yaşı, engelli olması yada milli, sosyal yada etnik kökeni sebebi ile başkalarından daha kötü muamele görmesini beraberinde getiren, haksız bir farklı muameledir".
Ayrımcılığa maruz kalması kişinin diğerleri ile eşit koşullarda
topluma katılamaması ya da toplum içerisinde örneğin okulda yada
işyerinde aynı olanaklara sahip olamaması anlamına gelir.
Ayrımcılık doğrudan olabileceği gibi dolaylıda
olabilir.
Yukarıda saydığımız tüm sorunların temel noktası ise esasen kadına yönelik ayrımcılıktır. Kadının erkekten daha değersiz görülmesi ile oluşan değer eşitsizliği, olumsuz farklı muamelelere yol açmakta, bu farklı muameleler Devlet mekanizması ile engellenmediğinde ise şiddet olarak tezahür etmektedir.
Cinsiyet temelli şiddet ve şiddet
tehdidi, kadının başta özel alanı olmak üzere ekonomik ve toplumsal
hayata aktif ve üretken katılımını da şüphesiz engellemektedir.
Türkiye Psikiyatri Derneği kadınların ruhsal sorunlarının en
önemli sebeplerini "şiddet ve yoksulluk" olarak saptamış ve Dünya
Sağlık Örgütü kadına yönelik şiddeti "bir halk sağlığı sorunu"
olarak tanımlamıştır.
Kadına yönelik ayrımcılık ve bunun
uzantısı şiddet bir insan hakları ihlalidir, münferit değil,
sistematiktir. Ailenin mahremiyeti içinde olup biten, özel alana
ait, hukuk denetimi dışında bir aile içi mesele değildir. Bu
nedenle, engellenmesi de ancak sistemli ve etkin bir mücadele ile
gerçekleşebilir.
Her vesile ile kadının yerinin evi,
yegane görevinin ise çocuk doğurmak olduğunu vurgulayan bir
anlayışın bu sorunları çözmekte yetersiz kalacağı aşikardır. Kadına
yönelik ayrımcılığın ve şiddetin önüne geçilmesinde eğitim, sağlık,
adalet, güvenlik ve sosyal hizmetler birimlerinin aynı
güvenilirlikle koordinasyon halinde çalışması sağlanmak
zorundadır.
Ayrıca Türk Ceza kanununda yapılacak tadille " ayrımcılık " suçunun kapsamının tekrar değerlendirilmesi ile cezalarının arttırılması, yine kadına yönelik şiddetin cezalandırılmasında etkili bir suç ve ceza sistematiği oluşturulmalıdır.
İzmir Barosu olarak her türlü insan hakkı ihlalinin karşısında
olduğumuz gibi kadının insan haklarının ihlallerinde de taraf
olduğumuzu, hiç kimsenin farklılığının kendisine dezavantaj olarak
yükletilmemesi için tüm güzümüzle çalışacağımızı kamuoyuna
duyururuz.07.03.2013
Av. Sema PEKDAŞ
İZMİR BAROSU BAŞKANI